30 Kasım 2007 Cuma

İLK KEZ SOBELENDİM:)

Ben ilk defa sobelendim valla. Periciğim canım benim iyi ki de sobeledin beni. İnsan ne yazacağını şaşırıyor ama :) Başlayalım bakalım :)

Ben küçükken: Sarı saçlı, bukle bukle saçları olan, yeşil gözlü şirin mi şirin bir çocuktum:) Çok akıllıymışım, annem hep öyle söyler. Kendi kendime uyurmuşum, böyle kendi kendime oyunlar oynarmışım. Hiç zararım yokmuş yani. O kadar kibarmışım ki. Bazen abartırmışım sanırım :). Annem anlatırken hep güler. Gelen misafirler hep konuştururmuş beni. Çok hoşlarına gidermiş.

Birde annemle misafirliğe gittiğimde hep oyun havası çalıp oynatıyorlardı beni. Çok iyi hatırlıyorum. Ben de dünden hevesli bir döktürürmüşüm ki sormayın yani. Ama şimdi hiç sevmem oynamayı.

Ama çocukken ki en kötü huyumu hiç sormayın. Ağladığım an kusardım :) Annem ablama sakın ağlatma diye tembihlerdi.

Ablamla evde yalnız olduğumuzda teybe kaset yerleştirir sesimizi çekerdik.En büyük zevkimiz buydu. Şarkılar söylerdik, konuşurduk. Annemin çoğu dinlediği kasetleri öyle bozmuş, üzerine sesimizi çekmişizdir:) Bazen gizlice annemin sesini çekerdik. Hala o kasetler duruyor. Dinler dinler güleriz hep.

Cumartesi günleri tv de cumartesiden cumartesiye diye bir çocuk programı vardı. Oturdum tv başına o bitmeden kesinlikle kalkmazdım. Susam sokağını, clamentin çizgi filmini izlerdim. Akşamları yatmadan Adile Naşit’in Uykudan Önce diye bir programı vardı. Her akşam çocuklara iyi geceler der isimler sayardı. Her akşam benim ismimi de saysın diye beklerdim. Çok güzel günlerdi çok:)

Aslında Ben:
Çok duygusal, çok romantik, biraz sulu gözlü ( Öyle söylerler) biriyim. Biri karşımda ağladığı an bende ağlarım elimde değil ne yapayım. Ama sanırım biraz içine kapanık, çok hırslı, çok düşünceli (Ama bu bazen sorun yaşamama sebep oluyor) ve biraz kaderci biriyim.

İlk Kopyamı ne zaman Çektim: Aslında ilk olarak hatırladığım lise 1. sınıftayken coğrafya dersinde çektiğim kopyaydı. Hocamız müdürün eşiydi. Ben de sözel derslerden pek hoşlanmazdım. Hoca masasından pek kalkmazdı yazılıda. Ama gözüyle yer bitirirdi.
Kitabı sıranın altına açmıştım. Ama beni görseniz pancar gibiyim. Yazdım tüm bölgelerde ki dağları falan filan. Tam yazarken hoca kalkmasın mı yerinden, aman Allah’ım. Ne yapacağım! O kitabı kapatışımı görmeniz lazım, panik içinde. Kalbim gümbür gümbür tabi. Sonra öğretmen tekrar oturdu yerine sanırım ben yazdım bir sürü şey. 100 almıştım o yazılıdan :) Ama ben hemen anlıyorum kopye çeken öğrencilerimi. Gözüyle öğretmenim kopye çekiyorum gel beni yakal diyor bazıları sanki:)

En Saçma Huyum: Ben çok titiz biriyim. Sanırım bazen abartıyorum. Evi siliyorsam kesinlikle sildiğim odanın kapısını kapatırım (Kimse girmesin diye:)). Ve sildiğim yere bastırtmam. Yani ev silme bitmeden kimse yerinden kalkamaz:):) Kötü bir huy ama ne yapayım işte :)

Cep Telefonum:
Şu an iki telefon kullanıyorum. Biri Nokia diğeri siemens. Niye iki telefon derseniz. Biri Avea öğretmen hattım, diğeri Turkcell hattım. Tak çıkart zor oluyor. Öyle çok ahım şahım değil telefonlarım. Biri milattan önce zaten, biride 3 yıl falan olmak üzere. İşimi görüyor yaa önemli değil. İlk telefonumu 1999 yılında almıştım. Kocaman bir şey di. Arkadaşlarım dalga geçerdi bazen:) Yine siemens markaydı, sanırım S1088 falan gibi bir şeydi.

Aşk Bence:
Aşk çok güzel bir şey. Tarif edemem ama insanın içi kıpır kıpır oluyor onunla karşılaşınca, böyle yemeden içmeden kesiliyorsun falan. Sevgi ve aşk birbirinden çok farklı bir şey. Kesinlikle karıştırılmamalı bence. Ben 1 kez aşık oldum. Oda ilkokulu bitirdiğim yazdı. Komşumuzun oğluna aşık olmuştum. İlk aşk unutulmaz derler yaa öyle bir şeydi. Şimdi aşık olduğum biri yok. Olursa bir gün umarım doğru insan olur…

En Sevdiğim Bloglar: Sevdiğim tüm bloglar sayfamda var canlarım. En çok takip ettiklerimde kendilerini biliyorlar aslında:) Canım arkadaşlarım sizleri çok seviyorum …

Şimdi sobeleme sırası bende…

Mutlu ve Umutlu
Berfince

ve
Hayatın Renkleri
sobelendiniz.

Size kolay gelsin canlarım:)

**************
Canlarım ben hafta sonu için şehir dışına çıkıyorum. Pazartesi burdayım ama. Yepyeni konularımla:) Belki de hafta sonu yaptıklarımı yazarım sizlere. Yorumlarınıza olurda cevap veremezsem diye söyleyim dedim. Yorumlarınızı bekliyorum ama. Öptüm hepinizi…

29 Kasım 2007 Perşembe

ÇOK HASTAYIM...

Çok hastayım arkadaşlar. Nefes alamıyorum yaa :( Şu grip iğrenç bir şey. Kaç gündür boğazım hafif hafif ağrıyordu. Hasta olacaksın bak diye sinyal veriyordu sanki bana. Bende umursamadım o sinyali. ( Niye umursamadıysam, böyle hasta ol işte sana ceza. Öyle ıslak saçla da dışarı çık olacağı bu işte) ... Sabah uyandım hafif hafif burnum tıkanmaya başladı.
Ve akşam olunca ben fena oldum. Şimdi tam tıkandı. Midem de bulanıyor üstelik. Bir şey yiyemiyorum. Ama yemem gerek ilaç içmem gerek çünkü. Geçen hafta ders anlattığım öğrencilerim hep gripti. Sanırım onlardan bulaştı. Evde de yalnızım üstelik... Yaaaa kendimi çok yalnız hissediyorum ben…

Sağ olsun annem sabah çorbamı yaptı ama içemiyorum ki. Midem fena bulanıyor. İnsan hastayken nasıl da ilgi bekliyor dimi. Gerçi kim ilgiyi sevmez ki.
Sabah doktora gitmem gerek sanırım. Off yaa yine bir sürü ilaç içmek zorunda kalacağım.

Kocaman bir ilaç poşetiyle eve döneceğim. Sonra hangisi tok karnınaydı, hangisi sabahtı falan filan. Umarım yarın iyi olurum arkadaşlar… Şimdi biraz meyve tüketeyim, sanırım yemek yiyemeyeceğim.


Aman kendinize dikkat edin arkadaşlar, grip çok salgın şu aralar…

27 Kasım 2007 Salı

KAHVE TANELERİ...


KAHVE TANELERİ GİBİ OLABİLECEĞİNİZ BİR EŞ....

Bir baba, evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş.
"Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum" demiş.
Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı
"Olur" demiş çekine çekine.
Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş, hepsini
suyla doldurup üçünün de altını yakmış.
"Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin
bana" demiş oğluna.
Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve
çekirdeği istemiş...






Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına.
Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki
kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba
koymuş.
Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış.
Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş
oğlunu.
Yemek masasında üç tabak duruyormuş.
Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve
çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş.
Sonra oğluna dönüp sormuş: "Ne görüyorsun?"
Oğlu düşünürken açıklamaya
başlamış."Havuçlar haşlandıkça
aslını kaybedip yumuşamış.
Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama
içleri katılaşmış.
Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler
sonunda da öyleler.. "
Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş: "Evlilikte
aşk ve şefkat birlikte olmalıdır.
Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu
gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler,
pörsütürler.
Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar
tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe
katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar.
Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise,
şartlar ne olursa olsun, eşler tıpkı şu
kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi
kişiliklerini yitirmezler.
Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları
gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar
geçirmeye isteklidirler.
Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa
benziyordu.
"Asıl ders bu değil!" dedi baba.
Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde
bıraktığı kapların içinde kalan suları
gösterdi.
"Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak... İkisinde
de bir tat yok "
Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu
yavaşça bir fincana boşalttı.
Mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı.
"İçmek istersin herhalde" dedi.
Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü.
"Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin
paylaştığı yuva da işte böyle olur. Mis
gibi, temiz ve huzur verici.
Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı
taze kahve gibi...
Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve
şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını,
kokularını ve renklerini katmayı
başarırlar."
Kahve taneleri gibi olabileceğiniz bir eşle yaşam geçirmeniz dileğiyle...


******************


Ne kadar güzel bir hikaye değil mi arkadaşlar... Allah herkese böyle bir eş, böyle sıcak, huzurlu bir yuva versin...

24 Kasım 2007 Cumartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜ...

Yüce önderimiz Cumhuriyet'imizi gençlerimize, gençlerimizi de değerli öğretmenlerimize emanet etti. Onun bu emanetine sahip çıkan tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü'nü kutluyor, önlerinde saygı ile eğiliyoruz...

İnternette gezinirken öğretmenlerle ilgili iki şey buldum. Biri beni çok duygulandırdı, çok ağladım... Diğeri ise güldürdü doğrusu...

Önce beni çok duygulandıran bir şiiri sizinle paylaşmak istiyorum... Çok Duygulandım Ben yaa... Sizde izleyin bakalım neler hissedeceksiniz???

http://www.youtube.com/watch?v=-ohuCSBmwcU

Şimdi biraz gülelim bakalım. Bir yazı buldum. Ben de bir öğretmen olduğum için çok güldüm doğrusu. Yazılanların çoğu doğru. Ama ne yapalım canım, kolay mı öğrencilerle baş etmek. Hele ki bu zamanın çocukları çok fenalar doğrusu. Bizim zamanımız da böylemiydi ya. Öğretmenden korkardık bizler. Şimdikiler fena olmuş. Özellikle dershane ortamı öyle. Ben bizzat yaşadım o ortamı yani. Darısı devlete atanmama. Aminnnn:) Şimdi sizler okuyun bakalım bu yazıyı, yorumlarınız neler olacak???

********************************

Öğretmenlerin Sözleriymiş Bunlar :-)

Bunu sınavda sorarım...

Ben bunları zaten biliyorum!

Buna benzer sorular üniversitede sık sık çıkar.Bir insan söyleneni birdefa da anlar yani....

Arka taraf konusmayı kesin!

N'oluyor orda!!

Bunun hesabını sınavda sorarım

Burayı dikkatli dinleyin.

Bir çok öğrenci burda hata yapar!

Konuşmak isteyen dışarı çıksın! Kapı açık...

Sizi zorla getirmiyolar buraya!! İstemiyorsan gelme!

Kimler ödevi yapmadı. Ödevleri yapmadan gelmeyin...

Bizim zamanımızda velilerimiz eti senin kemiği benim derlerdi!

(Sınavda ) Kimse kimseye bakmasın.

(Sınavda ) Şu andan itibaren herkes birbiriyle küs!

(Sınavda ) Kopya çekeni yakarım...


(Sınavda ) Oğlum/Kızım bir daha görmeyim.


(Sınavda ) Oğlum/Kızım kağıdını ver. Beni aptal yerine koymayın. Ben öğrenciyken hiç kopya çekmezdim.


(Bir Soru Çözerken ) Oğlum/Kızım kaç defa söylicem orası öyle değil!!!

(Tahtada Bir Soru Çözerken ) Yanlış otur yerine!

Bu konuya fazla girmeyelim ileride göreceksiniz.

Sınava iyi çalışın.

(Nöbetçi Öğretmenler ) Oğlum/Kızım hadi sınıfınıza geçin ziliniz çaldı.

(Derse Geç Kalınca ) ilk zil öğrenciler içindir ikinciside bizim için! Git Müdür yardımcısından izin kağıdı al! Çık dışarı!!

Siz evinizde de mi böylesiniz.

Tahtayı silinnnn.

Neden çalışmadınız.

(Her Hangi Bir Öğrenciye ) Dersleri serdin. Artık hiç çalışmıyorsun.

Kafana tebeşiri yersin bak...


Yerdeki pislikleri hemen temizleyin.

O cep telefonu hemen buraya gelsin.

Derste birşeyler yemek yasak kaç kere söleyeceğim.

Tenefüse çıkmıyorsunuz.

Hepinizi bırakacağım.

Eğer doğru düzgün not tutup terbiyeli olursanız hepiniz geçersiniz.

Oğlum kahvedemi oturuyorsun doğru otur.

Uyuyun siz uyuyun hepsi sınavda çıkıcak.

Not tutmayanları ben bir not alayım.

Oğlum.... Velin yarın gelecek...

Kitabı defteri olmayanlar hemen çıksın...

****************************************

21 Kasım 2007 Çarşamba

KİTAP TUTKUM...


Bu hafta yeni bir kitap aldım ve okumaya başladım. Canan Tan adlı yazarımızın 'Eroinle Dans' kitabı. Güzel bir kitaba benziyor ama bakalım.

Kitabın özetini size şöyle aktarayım canlarım...

‘Eroinle Dans’ta çok farklı yapılardaki ailelerden gelmiş Dünya ve Eylül adlı iki genç kızın üniversitede başlayan arkadaşlıkları ve uyuşturucu bağımlılığına adım adım yolculuklarının öyküsüne yer verilmiş.


Geçtiğimiz yaz Canan Tan adlı yazarımızın iki kitabını daha okudum. 'Piraye' ve 'Yüreğim Seni Çok Sevdi'.

Özellikle Pirayeyi çok beğendim doğrusu. İnanın tatilde kalın kitapların birini 3 günde bitiriyordum. Bakalım bu kitabı ne kadar sürede okuyacağım.




Kitap okumayı o kadar çok seviyorum ki. Beni başka dünyalara götürüyor sanki. Elimden bırakamıyorum başladığım zaman. Film gibi karekterleri izliyorum sanki. Ama şu sıralar KPSS sınavlarına hazırlandığım için genelde gece yatağıma girdiğimde okuyorum kitabımı. Daha rahat uyuyorum sanki öyle.

Ablamla birlikte alışverişe çıktığımızda bir kitapçı gördüğümüzde ikimiz birbirimize bakıp gülüyoruz ve soluğu kitapçıda alıyoruz. Özellikle alışveriş merkezlerinde bizim en çok girdiğimiz mağazalar kitapçılar ve takıcılardır:)

Benim canım ablamda çok sever okumayı. Sürekli kitap değiş dokuşu yaparız beraber. Belki de onu örnek alarak büyüdüğüm için böyle bir alışkanlığım var.


Bu kitabı bitirince sizlerle tüm yorumlarımı paylaşacağım. Sizlerden de bana tavsiye edebileceğiniz kitaplar bekliyorum...

19 Kasım 2007 Pazartesi

NE SEVEBİLİR NE DE TERK EDEBİLİRSİNİZ...

Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz.
Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...
En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
Gözyaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz;
"Ölmek var, dönmek yok"tur.

Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını...
Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz:
"Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..."
Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya.." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından...
Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.
O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.
"Ya sev böyle ya da terket" diye gürler...

Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...
Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder.
Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden...
"İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.
İhanetten kırılmşıtır kaleminiz; severek, terk edersiniz...

"Madem öyle..."nin çağı başlar ondan sonra...
Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmiştir".
Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...
Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini...
Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...
Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla...
"Bana ne... kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...
Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...
Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi...
Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...
Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden...
Dönemezsiniz.
Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.

Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz...
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz.


CAN DÜNDAR

17 Kasım 2007 Cumartesi

AŞK VE ZAMAN

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış.

Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu duygulara haber verilmiş.

Bunun üzerine hepsi adayı terketmek için sandallarını hazırlamışlar.

Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş,çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.

Ada neredeyse battığı zaman,

Aşk yardım istemeye karar vermiş.

Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.


Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alırmısın ?" diye sormuş.


Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.

Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir 'den yardım istemiş.

"Kibir, lütfen bana yardım et ! ''Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş Kibir.

Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş.

"Üzüntü, seninle geleyim. "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var'' demiş.

"Mutluluk da Aşk 'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk 'ın çağrısını duymamış.

Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım...

"Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.

Yeni bir kara parçasına vardıklarında,

Aşk 'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu farkeden Aşk, Bilgi 'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?

''O, Zaman 'dı" diye cevap vermiş Bilgi.

''Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.

Bilgi gülümsemiş: "Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..."

15 Kasım 2007 Perşembe

DERSE BİRAZ MOLA !

Sabahtan beri ders çalışıyorum. İnanın beynim çok yoruldu çok. Bir kahve molası verdim şimdi. Ay şu KPSS sınavı gibi bir bela var önümüzde işte. Saçma sapan bir şey bence. Bu kadar gencin önünü kapıyorlar. Sözel derslerden nefret ediyorum. Ezber yap dur. Yaa ben sözeli sevsem yıllar önce sözeli seçerdim zaten dimi ama. Niye benim alanım sayısal iken beni böyle derslerden sınav yapıyorsunuz çıldıracam :-(


Neyse bunlar bir yana. Bugün yine de mutluyum.




13 Kasım 2007 Salı

BÖREK CANAVARI:)


Dün herzaman ki gibi bir güne uyandığımı zannediyordum. Ama nerden
bilirdim ki oburluğum üzerimde :) Dün akşam üstü canım çok fena börek istedi. Ama öyle böyle değil. Ben börek canavarıyımdır :) Çiğ yufka bile yerim yani. Beni öyle şişko biri zannetmeyin sakın. Ayıptır söylemesi kilomda tam yerindedir :)

İlk işim markete gidip yufka almak oldu. Sonra evde bulunan malzemlerden yapayım dedim. Bir kısmını peynirli, bir kısmını patatesli, sosisli falan. Yani ordumu yiyecek dedim sonra kendi kendime birazcık yapsam yeter. Ama börek canavarıyım yaa hani. Neyse gittim 3 tane yufka aldım ve bir güzel sardım. Sonra bir güzel de kızarttım. Nasıl mı yaptım? Bilmeyeniniz yoktur ama yine de anlatayım;

Malzemeler:

3 adet yufka
Yaklaşık 250 gr beyaz peynir
Yarım demet maydanoz
Kızartmak için sıvı yağ

Yapılışı:

Maydanozu ince ince kıyın. Peynire katıp çatalla ezin. Yufkaları önce ortadan ikiye kesin. Her parçayı 5 eşit dikdörtgen parçaya bölün. Uç kısımlarına yeterince harç koyup yufkanın iki yanlarından ince kıvırıp rulo halinde sarın.Ucuna az su sürerek yapıştırın. Derin bir tavaya sıvı yağ koyun. Yağ kızınca börekleri atıp pembe renkte kızartın. Kağıt havlu yayılmış bir servis tabağına alıp sıcak olarak servise sunun...

AFİYET OLSUN :)

11 Kasım 2007 Pazar

BİR CUMARTESİ GECESİ...

Dün akşam çok güzel bir konsere gittim. Devlet Senfoni Orkestrasının 10 Kasım için düzenlediği bir konserdi.


O kadar muhteşem çalıyorlardı ki insanı mest etti doğrusu.


Hele ki slayt gösterileri mükemmeldi. Atatürk ile ilgili sayısız resimler, filmler gösterildi, Atatürk'ün en sevdiği türküler çalındı.

Salonca hep beraber söylendi kimi zaman. Alkışlar hiç durmadı. Konser bitiminde herkes ayakta alkışladı. Çok güzel di çok...


Keşke bende çalabilsem dedim öyle iç geçirerek. Yıllar önce bir hevesle aldığım gitarım öylece gözümün önüne geldi:) Ama çok heveslendim bu konserden sonra kesin kursuna yazılacağım:)

Konser sonrası bizi bir süpriz bekliyordu. Yağmur damlacıkları :) Neyse ki hemen eve geldik. Sonra yağmur çok fena şiddetlendi. O sırada dışarda olmadığım için çok şanslıydım. Bir cumartesi geceside böylece bitti...

10 Kasım 2007 Cumartesi

ATATÜRK DİYOR Kİ...

Atatürk Diyor ki...

"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir."


Atatürk Diyor ki...

"Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihi bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni
alem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır..."


Atatürk Diyor ki...

"Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."


Atatürk Diyor ki...

"Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabii bir halettir, fakat insanda yorgunluğu yenebilecek mânevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. "

7 Kasım 2007 Çarşamba

AŞKIN VE ÇILGINLIĞIN ÖYKÜSÜ


Uzun zaman önce, dünya yaratılmadan insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez vaziyette dolanıyorlarmış.
Bir gün toplanmışlar.
SAFLIK ortaya bir fikir atmış:
"Neden saklambaç oynamıyoruz?" Ve hepsi bu fikri beğenmiş, ve hemen çılgın
ÇILGINLIK, bağırmış:
"Ben ebe olmak ve saymak istiyorum, Ben ebe olmak istiyorum!" ve başka hiç kimse
ÇILGINLIĞI arayacak kadar çıldırmadığı için,
ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış,
1,2,3…
Ve ÇILGINLIK saydıkça, iyi huylarla kötü huylar saklanacak yer aramışlar.

ŞEFKAT Ay'ın boynuzuna asılmış;
İHANET, çöp yığının içine girmiş;

YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama yalan söylemiş çünkü gölün dibine saklanmış;

TUTKU, dünyanın merkezine gitmiş;


PARA hırsı bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış.

Ve ÇILGINLIK saymaya devam etmiş, 79,80,81…

AŞKIN dışında bütün iyi huylar ve kötü huylar o ana kadar zaten saklanmış,

Aşk karasız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş…Bu bizi şaşırtmamalı çünkü hepimiz Aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz...

Ve ÇILGINLIK 95,96,97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda,

AŞK sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış.

Ve ÇILGINLIK arkasına döndüğünde, ilk önce

TEMBELLİĞİ görmüş, o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş.

Sonra ŞEFKATİ ayın boynuzunda görmüş, ve

İHANETİ çöplerin arasında,

SEVGİYİ bulutların arasında,

YALANI gölün dibinde,

TUTKUYU dünyanın merkezinde,

Hepsini birer birer bulmuş, sadece biri hariç...

Ve ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış, en son saklı kişiyi bulamamış, derken HASET bulunamadığı için haset duyarak,

ÇILGINLIĞIN kulağına fısıldamış:
"AŞKI bulamıyorsun, o güllerin arasında saklanıyor."Ve ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış, ve güllerin arasına çılgınca saplamış, saplamış, saplamış, ta ki yürek burkan bir haykırma tonu onu durdurana dek. Ve haykırıştan sonra,,,


AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış ve parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş gözlerinden...


ÇILGINLIK AŞKI bulmak için heyecandan AŞKIN gözlerini çatal sopa ile kör etmiş. "Ne yaptım ben?Ne yaptım ben?" Diye bağırmış. "Seni kör ettim. Nasıl onarabilirim?". Ve AŞK cevap vermiş, "Gözlerimi geri veremezsin. Ama benim için bir şey yapmak istersen, benim kılavuzum olabilirsin." Ve o günden beri,


AŞKIN gözü kördür ve her zaman ÇILGINLIK yanındadır...

4 Kasım 2007 Pazar

YANLIZLIĞIM...


Bugün öyle bir duyguyla uyandım ki. Hiç kalkmak istemedim yatağımdan. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Ama bu bambaşka bir yalnızlıktı. Belki de yüreğim özlemek, özlenmek, sevmek, sevilmek istiyordu kim bilir. Yeni bir umutla uyunmak istiyordum artık hayata. Yalnızlığın hangi tarafındayım hiç bilmiyorum... Gözümü her açtığımda hissettiğim korku; avuçlarıma damlayan bir hayal kırıklığı, bir acı oldu... Nasıl yürüdüm, ne zaman geldim ben bu yalnızlığa hiç bilmiyorum? Beni buraya getiren hayallerim mi, umutlarım mı,
gözyaşlarım mı yoksa hayal kırıklıklarım mı...
Her gitmek istediğimde yalnızlıktan, her kurtulmak istediğimde aslında hiç gidemediğimi anladım...

Bir hayal kapısı çaldı kapımı bundan yıllar önce. Yalan insanların adına sevgi dedikleri ve iki dudak arasındaki sözleriyle tükettikleri yaşamda buldum kendimi... Sonunun hüzünle biteceğini anlayamamıştım daha. Nerden bilebilirdim ki... İnandım, güvendim... Sadece iki dudak arasında dökülen cümlelere kandım, Harcanan yüreğimin eridiğini göre göre... Aslında gözüm kör olmuştu o zamanlar...


Bense yüreğimde yanan ateşin kor olmasını seyrettim ve kendi küllerimden yeniden doğmaya çalıştıkça, bir tokat yedim yalan hayattan. Üzüleceğimi bile bile... Göz göre göre… Kör olduğumu bile bile... Şimdi anlıyorum, çok iyi anlıyorum, ama neye yarar; kör olmuştu gözlerim o zaman... Anlayamadım gururumun kırılacağını, sevgimin boşa çıkacağını, yıllarımın boşa geçeceğini, ailemin üzüleceğini hiç anlayamadım. Sonunda avuçlarımda kalan sadece yanlızlığım oldu... Ben aslında hep yalnızdım. Neydi eksik olan bilmiyorum. Bendemiydi hata hiç bilmiyorum. Sonunda yürekte kalan hep aynı duygu, aynı hüzün ve YALNIZLIK…